Stefan Zweig'in daha önce
SATRANÇ (
tık,tık ) ve
AMOK KOŞUCUSU (
tık,tık ) öykülerini okumuştum. Bu öykülere 5 yeni öykü daha ekleyerek Zweig okumalarımı nihayete erdirmiş oluyorum ( şimdilik) .
Bir aralar Zweig sayesinde öykü okuma oranımız da artış olduğu yönünde bir şeyler okuduğumu hatırlıyorum :) Bu artışa öykülerin sayfa sayılarının azlığı gösteriliyordu gerekçe olarak . Bu gerekçeyi öne sürenlerin , yüzlerine yandan yamuk bir gülüşü iliştirdiklerini kolaylıkla hayal etmek de mümkündü elbet . Evet, sayfa sayıları okuma serüvenlerimizde ki birçok handikabımızdan biri ama Zweig'in kitapları kesinlikle bunun dışında tutulmalı.
Öyküler çok çok iyi. Her bir karakter gerçek, her olay yaşanmış bir hikaye hissini veriyor .İçsel dünyaların dışa vurumları, ete kemiğe bürünmeleri etkileyici. Bir solukta okutuyor kendisini öyküler. Karakterlerin kendi elleri ile bile isteye reddettikleri toplumsal kavramlar , değer yargıları var. Ve bu yönleriyle eleştiri oklarını fazlasıyla üstlerine çekebilme, hatta irite edebilme potansiyeline sahipler. Hepsinin , hayatın anayasası gibi tutunduğu tek şey var, tutku ve haz. Bu öylesine baskın ki bunun dışında kalan her şey anlamsız, önemsiz gibi bir yol işareti var.
Özellikle kadınlar üzerinden anlattığı öyküler, onlara biçtiği roller, onları haz ve tutkunun esiri, müridi olarak göstermesi Zweig'in kadınlara dair bakışını sorgulatırken, yaşamından kesitler mi taşıdığı yoksa düşlerinde idealize ettikleri mi ( ki öyleyse kesinlikle sorunlu bulduğumu söylemeliyim) diye düşündürtüyor . Tabi diğer türlüsünün öyküleştirilmeye müsait olmadığı , ilgi ve merak çekmeyeceği fikri de mevcut olabilir. Yine de üst üste okuduğum öykülerde ki kadınlara aynı noktadan atışlar yapıldığını görmek fazla geldi.
Öykülerde ki karakterler, onların fikirleri ve eylemleri hakkında uzun uzun münazaralar yapılabilir , konuları etrafında şiddetli fikir tartışmaları yaşanabilir fakat ben onlara girmeyeceğim. Çünkü, altından kalkabilmek tek bir yayının konusu olamaz :) Bu yüzden kısa kısa öykülere değineceğim.